Arayış İçinde Bulamayış ıstırabı çeken BATI
Batı uygarlığının çöküş vetiresi içinde bulunduğunu, teknik başarı dışında bütün değer sistemlerinin tel tel döküldüğünü, güve yemiş bir kumaş gibi delik deşik olduğunu (traviyal), birazcık düşünebilen, orta kalitedeki her insan tarafından kabul edilen bir olgu olarak alıyoruz.
Yeni doğan (doğacak) dünyanın değer sistemlerine Batı değerler sistemi karşılık verememektedir. “Değerli dostum, bütün nazariyeler soluk olduğu halde, hayatın altın fidanı yeşildir.” [1]
Bir tarafta hayatın değişken hüviyeti ve doğurduğu yeni yeni sorular, sorunlar! Diğer tarafta başta aile yapısı olmak üzere, büyük çoğunluğu iflas etmiş şubeleriyle meydan yerinde arayış içinde bulamayış ıstırabı çeken Batı uygarlığı...
Antik Grek dünyasından miras alınan “değişme” ve aynı “değişme” nin geometrik diziyle artması!.. Yani Batı uygarlığı, ortaya çıkan problemlere, cevab aranan temel sorulara cevab verebilme imkânını kaybetmiş durumda. Bugünkü Batı’nın ruhi ve müşahhas krizinde felsefi krizin olduğuda bedahat derecesinde hakiki bir suret belirtir. Batı uygarlığı diyalektik; üretici, yaratıcı, değerler inşâ edici özelliğini kaybetmiştir.
***
Modernite, modern insan tipine deli gömleği giydirdi... Bireyselleşen ben’i etrafında dönen bu çağın kaotik insan türü, bizlerin nefs, onlarında ego dedikleri canavar karşısında eridikçe erimekte. Bu eriyişin tezahürü olarakta şahsiyetsiz bir zümre her geçen gün kaotik kervana katılmaktadır. İnsanlığın bu noktaya gelmesinin mesulü, şüphesiz Batı uygarlığıdır. Moderniteden hareketle, insanlığa deli gömleği giydirdi tarzında ifade kullandım. Bu deli gömleği yırtma hamlesi ise postmodernite ile mümkündür. Vurarak kırarak dökerek bu yırtışın neticesinde İslam Medeniyet tasavvurunun terkibi hükümleri meydana çıkacaktır. Batı’nın üzerimize Tanzimat ile biçtiği, Meşrutiyet ile boyumuzun ölçüsünü alıp nihayet Cumhuriyet hamlesi ile giydirdiği,bu gömleği yırttığımız vakit, medeniyetimiz açısından orta yere birşeyler inşâ edemediğimiz takdirde, gömleksizliğin neticesinde tir tir titreme gibi bir durumumuzda vardır. O halde yeni bir medeniyt hamlesi şarttır. Zira bu hamle gerçekleşmediği takdirde Batı enkazı altında kalacağımızı söyleyelim.
İslam irfan müktesebatına muhatap anlayışımızın tarih sahnesinden çekilmesiyle beraber, boşluğu Batı uygarlığı doldurmuştur. Çünkü eşya boşluk kabul etmez. Batı, öylesine hasis bir anlayış içinde hareket etmiştir ki, bu nizamsızlığıyla beraber doğuşu eksik ve çarpık olmuştur. Etiyle kemiği ile var olan, yaşayan insanı konu almak yerine, yeni “BİR ADAM YARATMA” girişiminde bulunmuştur... Yani fıtrata ihanet etmiştir. Batı uygarlığının zaman ve mekâna sahip olma potansiyelinden mahrum olduğunu temel doğru kabul ederek bu konuda uzun tartışmalara girmeyeceğiz. Yalnız burada XX.Yüzyılın son çeyreği ile XXI. Yüzyılın ilk çeyreği arasında yayınlanan bazı kitapları sizinle paylaşacağız... Amacımız içinde yaşadığımız çağı farklı perspektiflerden tanıtarak gerçekçi bir tespite yardımcı olmak... Bu kitapların isimleri bile Batı düşüncesinin sinesinde yaşayan korkunun ve ıstırabın ipuçlarını bizlere vermektedir.
***
Medreselerimizin iflası Batı’nın doğuşunu hızlandırmıştır.
Taşköprülüzâde Ahmet Efendi (1495-1561) Üsküp’te İshak Paşa müderrisi iken 1532 yılında Arapça olarak yazdığı Mevzuat’ül Ulüm isimli eserinde çok şayan-ı dikkat, analitik ve eleştirel bir yaklaşımla şu tespitte bulunuyor:
“Buraya kadar anlattıklarımız, sana bu ilmi ve âlimlerini hatırlatmak içindir. Hiç olmazsa, bu ilimde olan imamların isimleri ve kitapları akıl ve ilim sahiplerince bilinir. Zira asrımızın âlimleri ve zamanımızın muhaddisleri ve fazılları, bu ilimden ancak isimleri bilmek ve sahiplerinden bir parçasını öğrenmektedirler. Eski zamanlarda, hadis âlimlerinin asrı, asırların hülasası, zamanları zamanların esâsı ve süsü idi. Sonra tedricî olarak yavaş yavaş bu şerefli ilim azaldı ve bu ilmin sâhipleri ma’rifet ve kapsamada alîl olmuşlardır. Bütün ilimlerin de hali böyledir ki, başlangıçta yükselme ve artma ile en yüksek dereceye çıkıp, sonra yine eski haline döner. Belki tamamen kalkar, Nitekim biraz sonra, bu sözün doğru olduğu anlaşılacaktır.
... Bundan sonra da gittikçe düşer. İnsanlar hatâ ve kusurlarla meşgul oldukça, cehâlet ateşi alevlenip, ilim tamamen yok olur, eseri ve izi kalmaz. Allahü Teâlâ daraltır ve açar. Dilediğini yapar, dilediği gibi hükm eder. O Hamîd ve Mecîddir. [2]
Bu satırlar 1532 yılında dah medreselerin nasıl bir aymazlık, uyuşukluk, gaflet ve şuursuzluk içinde olduğunu gösteriyor. Müellif, kitabların okunmasından ziyade, sadece yazar ve kitap isimlerinin öğrenilmesine bile razıdır. İşte bugünkü Batı’nın oluş ve yok oluş süreci tamamen bizle alakalıdır. Ve bizimle ters orantılıdır. Biz şerefli olduğumuz vakit, onlar aşağıların aşağısında. Biz aşağılık kuyuya düştüğümüz zaman, onlar terakki yolunda... Yani ölçüsüz ve ivazsız tenkitde methiyede doğru değildir.
Taşköprülüzâde Ahmet Efendi’nin bahsi geçen eserinden yukarıdaki satırların iktibasından rahatsız olanlar olabilir. Bu şahıslar şu türlü sorularda sorabilir.
- Bu iktibas, Osmanlı medreseleri hakkında ilzam bir aşırı genelleme değil midir?
- Aşırı genelleme insanı yanlışlara götüren büyük br mantık yanlışlarından biri değil midir?
Kuşkusuz bu sualler meşrûdur!..
Fakat şu noktayı arz ederek savunmamızı takdim ederiz ki, biz sadece bir kaynakla iktifa etmedik... Dolayısıyla tespitlerimiz bir kaynakla sınırlı değildir. Üzülerek belirtelim ki medreselerin o günkü menfi halleri bir çok kaynakta anlatılmaktadır.
Nitekim Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi (1541, 1600) Künhü’l Ahbar [3] isimli eserinde o günkü medreselerin halini geniş olarak tenkit etmiştir. Bir iktibas daha yapıyoruz: 1620 yılında II. Osman’a sunulmuş olabileceği tahmin edilen, yazarı belli olmayan Enderun mensubu olabileceği öngörülen KİTÂB-I MÜSTETÂB’ta da şu ifadelerin olması ne kadar hazindir.
“ Ve bu zikrolunan maddelerden mâ’adâ bir madde dahi budur ki Âsitâne-i sa’âdetde olan cemî –i ehl-i menâsib yirmi beş otuz yıldan berû rüşvet tarîkine sâlik olmuşlardır ve rüşveti dahi bir mertebeye iletmişler ki hedâyâ deyu âşkâre kapudan kapuya virulur ve alınur olmuşdur.” [4]
Elimde bir çok kaynak var daha. Lakin sayfalarımızın darlığı sebebiyle, bir çoğunu veremiyoruz. Hemen hemen bir çok ciddi araştırma, ittifak halinde aynı tetkikler ile medreselerin içler acısı halini yansıtmaktadırlar. İlim ve irfanı bırakıp eşkiyalığa başlayarak devlete onlarca isyan eden sûhte’lere ne demeli? Özellikle sûhte kargaşalıkları II. Selim’i takip eden dönemde devlet içi ciddi bir mesele olmuştur.
Not: Sûhte; Farsça bir tabir. Yanmış, tutuşmuş medrese talebelerinin ilim aşkıyla yandıkları düşünüldüğü için onlara bu isim lâyık görülmüştür.
Yeni medeniyet hamlesi için muhtaç olduğumuz “üç” sihirli kelime
Hiç bir milletin başına gelmeyen büyük buhran; Harf İnkılabından bahsediyoruz.
Fikir teknesi yayınlarından çıkan “Kurşunlanan Türkçe” isimli eserimizde dil bahisleri ile alakalı geniş malümatlar verdik. Ayrıca dil konusunda baskıda olan diğer eserimiz “150 yıllık kavga; dil ve alfabe tartışmaları” kitabımızda da yine dilimiz hakkındaki iç ve dış müdahaleler, dil konusunda aydınımızın görüşlerini derledik. Uzun uzaya dil meselemizi burada anlatacak değiliz. Lakin şunu belirtmem gerekiyor ki, yeni bir medeniyet hamlesi için üç sihirli kelimeyi kafamızın en derin hücrelerine kazımamız ve kalbimize idrak ettirmemiz gerekmektedir.
1- Muhtaç olduğumuz ilk kelime; Tefahhus
- Tefahhus: İnceden inceye araştırma.
2- Muhtaç olduğumuz ikinci kelime; Teemmül
- Teemmül: İyice, etraflıca düşünme
3- Muhtaç olduğumuz üçüncü kelime; Taakkul
- Taakkul: Akıl erdirme, zihin yorarak anlama, yahud idrak etme
Fert fert Tefahhus, teemmül, taakkul erleri olduğumuz takdirde medeniyet hamlemizi gerçekleştirecek muzaffer insanlar olacağımızı müjdeleyelim.
DİPNOTLAR:
1. Goethe, Faust, çev. Recai Bilgin, Maarif Vekaleti, 1941, sh. 85
2. Taşköprülüzâde Ahmet Efendi, Mevzuat’ül Ulüm, I / 471
3. Gelibolu'lu Ali Efendinin bahsi geçen eserini, 2000 yılında Faris Çerçi Erciyes Üniversitesi yayınlarından latinize ederek yayınlamıştır.
4. Kitâb-ı Müstetâb, Latinize eden: Yaşar Yücel, Ankara, TTK. 1988, sh. 23