Her aşkın bir rengi var…

Gözlerine inanma sakın. Bakma sen benim sakalıma ak düştüğüne, henüz yüreğim sana olan sevdamın emeklemesinde.

Ne diyor, rahmetli Aşık Mahzuni Şerif:

“Hele bak saçlarıma,

Kar yağdı kar yağdı,

Kar yağdı da kalkmıyor.

Felekten boğazıma,

El değdi, el değdi,

El değdi bırakmıyor.

Dağlar duman böyle,

Geçti zaman böyle

Yar benden umut kesmiş,

Halim yaman böyle…”

**

Zaman tünelinden geçiyordum sanki.

Daha dün gibi her şey.

İlk ‘ıngaaa’ deyişimi rahmetli anam anlatır mıydı? Bilemiyorum. Emekleyişim. İlk adımım ya da adımlarım. İlk hecelerim ‘ana’ mıydı, ‘babba’ mıydı? Hatırlamıyorum.

Önce ‘an’ları yaşadım. Tıpkı gözlerinin, gözlerime odaklandığı o ‘an’lar gibi.

Sonra ‘salise’lerin anlamını çözdüm, yüreğim titrerken ‘sensizliğin’ girdabında. Ve dahi yalnızlığa itildiğimin ilk başlangıcı saliseler.

Nefes alımı gibi bir şeydi o vakit.

Ardından ‘saniye’leri öğrendim.’ Saniye’lerin ‘dakika’ları oluşturduğunu öğrendiğimde, senin bana bakmadığını da fark ettim.

‘Dakika’lar, ‘saat’lere koşarken bir çift gözün, gerçekten şimdi yetisini kaybetmeye başlayan gözlerime odaklandığını gördüm.

“Sanki billur bir pınar; kahverengi gözlerin.

Ruhuma neşe katar, kahverengi gözlerin.

Gözlerin yar gözlerin, gözlerin anam gözlerin.

Gözlerin…”

En güzel yerindi senin kuşkusuz. Belki de ilk gördüğüm yerlerin olduğu içindi.

Anamı unutamadığım gibi.

Babamı unutamadığım gibi.

Unutamadığım gözlerin.

**

Ahırdağ’ında kar vardı.

Şehir soğuktu. Burnumun ucu kızarmış, ellerim de cebimdeydi.

Yağmur çiseliyordu toprağa.

Dudaklarımda bir sigara.

Yürüyordum.

‘Saat’leri bitirip, ‘gün’leri öğrendim. ‘Gün’lerin yedisinin bir olup ‘hafta’ ettiğini bilmeye başladım.

İlk haftalığımı alıp sana bir şeyler almayı düşünmüştüm ya.

Yapamadım.

Dört. Dert derler ama, dört tane ‘hafta’nın bir ‘ay’, üç tane ‘ay’ın bir ‘mevsim’, dört tane ‘mevsim’in kocaman bir ‘yıl’ ettiğini öğrendim.

Ömür ne ki, sen yoksan yüreğimde, ben de yoksam senin yüreğinde.

Yalnızsam eğer Tekke’nin sokaklarında. Bir şey ifade etmiyor artık çocukluk arkadaşlarım.

Kim bilir ki zaten benden başka Yaşar’ı, Ahmet’i, İsmail’i, Sait’i, Ramazan’ı, Bayram’ı, Kurban’ı.

Hatırlayan olur mu acep Fatma’yı, Ayşe’yi, Leyla’yı, Hatice’yi, Zeynep’i, Aynur’u, Elife’yi.

Hepsi birer dede, büyükbaba şimdi.

Birer nine, anneanne şimdi.

Ama sen yoksun, ben de yokum onların hayatında.

**

‘Yıl’ içinde ‘mevsim’leri barındırır.

‘Mevsim’ler ‘ay’ları saklar.

‘Ay’lar ‘hafta’ları gizler.

‘Hafta’lar ‘gün’leri, ‘gün’ler ‘saat’leri unutturur.

Bitmesini istemediğim ‘saat’ler, ‘dakika’lara dönüşür de, ‘saniye’ler, ‘saliye’ler olur.

An olur.

Akşam olur.

İşte o akşam bu akşam.

Zurnalar çalınıyor, davullar vuruluyor.

Osman’ın oğlu Recep te halayın başında. Küçücük bir alanda dön babam dön, ayaklar bir sağa bir sola, bir öne bir arkaya.

Gözler davulu görmez.

Davulcu ayaklara bakar.

Vur ha vur.

Gecenin bir vakti artık.

**

Bak ömür ne kadar da kısaymış.

‘An’lardan ‘yıl’lara, ‘yıl’lardan ‘an’lara.

**

Sabah ezanı okunuyor.

Namaz için kalkan bir daha uyur mu?

Kur’an’ı okur.

İşe gider.

Rızkını toplayacak ya o gün, ne varsa bahtında.

Arabalar şehrin yukarısından aşağı doğru gidiyor.

Niye gidiyor?

Akşama geri dönmeyecekler mi?

Dönecekler.

Ama gidiyorlar işte.

Aha bir araba daha geliyor.

İçi tıklım tıklım insan dolu, dolmuş diyorlar. Aynısından az önce de geçti de içi bomboştu ama ona da dolmuş diyorlar.

Dolmuş, dolmamış ne fark eder ki.

Gün geldiğinde ‘dört’ adam omzunda gitmeyecekler mi?

**

Ağlıyordum.

Gözlerim ağlıyordu, ben değil.

Yüreğim hıçkırıyordu da ‘sana anlatamadıklarım’ gözlerimden yaş olup dışa vuruyordu.

Radyo’da TRT Türkü’de takılı kalmış. Anamın gözyaşlarını hatırlatıyor, sanki bana. Zafer Gündoğdu da içli içli söylüyor:

“Anam ağlar için için.

Ben bilirim kimin için.

Yansım anam ile babam.

Benim bu gençliğim için.

Penceresi kara perde.

Yeni düştüm ben bu derde.

Gençliğime doyamadan.

Nasıl yatmam kara yerde.”

Gençlik mi kaldı ki artık, vakit sayılı. Zaman yakın. Gün bugün.

**

İkindi’yi, akşam’ı geçiverdik te yatsı vakti geldi.

Gece uzun mu?

Gün aralık.

Elbette uzun.

Gün kısa.

Poyraz esiyor yine dışarıda. Soğuk vuruyor yüreğime benim. Anlatamıyorum kendimi yıldızlara. Bulutlar giriyor araya.

Vakit bu vakit.

Mustafa abi birazdan içeri girer.

Muzaffer hoca çayı demlemiş.

Kırk yıl hatırı sayılacak kahve yoksa da, çayımız Rize’dendir.

Zaten az aşağıda da bazlamacı var.

Yaptırıverin şuradan içi peynirli iki tane bazlama.

Karnım acıktı.

**

Bugün yürüyeceğim.

Dün yürüyecektim, olmadı.

Ama bugün yürüyeceğim.

Akşam eve gidince eşofmanlarımı giyip yürüyüşe çıkacağım.

**

Karacaoğlan’dan:

“Güneşe bakmak olmaz

Gönülü kırmak olmaz

Büyüklük sizde kalsın

Seven ayırmak olmaz”

Beni senden, seni benden ayırana ‘şükr’et sen de benim gibi..

**

Ayrılık.

Yoksulluk.

Ölüm.

Ve sen. Merhametsiz. Kara vicdanlı. Zalım.

Yürü be git artık işine.

Git de ömrümün kalanında sensizliğin keyfini yaşayayım.

Dua etme bana.

Acı da verme.

Yol uzun. Ömür kısa.

**

Renklerin bir anlamı olmazdı, gözlerin olmasaydı.. Ne lacivert bir aşk yaşardım, ne de filizi bir bakış görürdü gözlerim.

Sarı ilk baharda anlam kazanıyor, mavi kendini yüreğinde hissettiriyor insana.. Siyah umutsuzluk değil ya aslında, beyazsız olmuyor yarınlar.. Kırmızıya hasret bir titreşim var sanki tomurcukta.. Al sarıyı, karıştır maviye yeşil olsun.. Sarıyı ne kadar çok katarsan, yeşilin tonunu bulursun. Bulursunda bir gözlerin etmez inan bütün renkler..

Başağa güzelliğini veren renk nedir ki; sararmıyor mu yeşilken.. Güneşin kızıllığı işledikçe tohumlara sarı oluyor bir bir.. Ve senin gözlerinde, sevdalarıma karışıyor hepsi; turuncusu, kahverengisi, moru, laciverdi, leylabisi..

Bitiyor ömür artık.

**

Tohum düşmeden toprağa, meyve vermez ağaçlar. Meyvelerin rengini anımsa ne olur.

Muz ne renk; yeşili bozulmuş bir sarı değil mi? Portakalın güzelliği turançlığından değil mi? Dağlar açıktan koyuya kahveye çalmıyor mu? Çölün rengi ne, suyun rengi berrak ama gökyüzünün mavisi yansımıyor mu çoğaldığında..

Ellerini uzattığında ayrılığın kara yüzünü görmekteyim. Cehennem ateşini gördün mü hiç.. Ağustos ayında buza mı kesti yüreğin de zehmerir de eriyor sanki ayrılık sancısı.. Hani ilk bahar sonrasında kavuşacaktık? Bak yine lacivertleşti yüreğim..

Ozanın tezenesi tele değdiğinde çıkan tınının rengi nedir ki? Uçar gider görmezsin bile o furkansı renkleri.. Sanki gökkuşağı olur, yedi rengi içinde barındıran vuslatlar. Belki de benim söylemlerin tohumu olacak, gitarın nağmelerinde.. Bir de klarnet dinle istersen tüm bunlardan sonra, kabak kemanenin ninnisini bitirmeden..

Yazık geçen ömre.

**

Hani adı Elif’ti aşkın? Maraş poyrazı susmuyor vuslata yakın olsa da.. Ahırdağında artık keklik ötmüyor, yok olmuş menevşe gibi uzağa düşen gözlerin. Bir de Elif, Elif diye inliyor ağaçlar. Rüzgar vurmasa sesini duyabilir misin, yaprağın..

Güneş olmasa ay hükmü nedir ki? Ay olmasa güneşi bilmezdim inan. Bulutlar, yağmur getirmiyor her vakit.. Ağlamaklı gözlerim ve bir fırtına da kopmayacak artık. Unutulup giden bir ceylan bakışı maziye kaldı. Sus, sus ne olursun.. Seni beklemekten, sana kendimi bırakmaktan oltaya takılan balık kaçtı?

Belki bir gün haa.. Öyle mi?

**

Ve son söz, yine Karacaoğla’dan:

“Karac'oğlan der ki kondum göçülmez

Acıdır ecel şerbeti içilmez

Üç derdim var birbirinden seçilmez

Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm”