Osman’ın Kokan Ayağı ve Birkaç Tebrik!

Osman, köy konağında oturup gelenleri ‘dıhıll’, ‘dıhılınız’ diye karşılayadursun, Mıstık emmisinin de hesapları başkaydı.

Yazdığı üç beş destanı Osman’ın marifetiyle bastırıp, köylüye, kasabalıya, ilçeliye, şehirliye dağıtıp kendine bir ‘şöhret’ yakalatmaktı.

“Yeenim…” dedi sessize, Mıstık emmisi.

Osman, duymadığından dönüp bakmadı emmisine.

“Yeenim...” dedi ikinci kez Muallim Mıstık emmisi, birazda kızarak.

Yine ses yoktu Osman’dan.

Osman, yanındaki Sarıklı Höösin’e laf yetiştiriyordu.

“Tabi benim ayağım senden fazla kohar Höösin, çünkü benim yaşım senden böyük..”

Emmisi sol elini kürek gibi yaparak Osman’ın böğrüne dürttü.

“Ulan, gavurun döyüsü ya saa diim…” diye de sert çıktı.

Osman, birden ayağa fırladı; “Emmii baa bunu yapma… Ben de tik var ya emmii..”

Emmisi “Sen de beni dinesenee gavurun dölü…” diye çıkıştı; “Kaye olup möhrü elee alınca bir hoş olan ellaham..”

“Yok emmi yok. Sarıklı Hösiin ile konuşidik ya…”

“Ne konişidiiz olum onnan…”

“Hösiin’in ayaa kohumiş..”

“Eee.. Nolmuş kohise yeenim..”

“Ben ondan geri dururmiim emmi; diim ki Hösii’ne ‘benim ayaam seninginden çok kohii.. Niee de baahım. Çünkü benim yaşım senden böyük te ondan’ diidiim..”

Emmisi kürek gibi ettiği sol elini bir kez Osman’ın böğrüne dürttü.

Osman yeniden hopladı havaya.

“Emmi gurbanım oliiim etme bunu. Rezil kepaze etme beni ahalinin huzurunda..”

“Sus…” dedi emmisi.

Osman’ın diki olduğunu bilmeyen Funda’nın babası İlbaham Ehmed şöyle bir baktı, bıyık altından göz süzerek:

“Usmannn… Demek senin tikin var haa!”

Osman bu kez duydu:

“Buyur İlbaham baba.. Baamı diiin..”

“He ya. Senin tikin mi var Osman…”

“Haaa… Benim tikim var..”

“Ulan Usmaann. O zaman seni everek bizim Fundi’nen..”

Osman kızardı bozardı.

“İlbahaam baba, bunlar burada konuşulmaz…”

“Niye konuşulmasın yeenim.. Hani siz küccükten Mıstık emmizin yanında durduuz ya 3 sene… Fundi’nen az oynaşmamışsıız İmanlı Deresinin orda…”

“İlbaham baba… Sen niye öte öte duriiin…” dedi Osman, biraz kızarıp biraz bozarıp, çakır gözlerini süzerek Funda’nın babasına… “Gelll İlbaham baba… Bak Mıstık emmim sağımda otirii, sen d soluma geç, gel baba…”

İlbaham Ehmet, kalktı yerinden. Osman’ın sol yanına geçerken de eliyle Osman’ın ensesine bir tane patlattı:

“Ulan gavurun dölü.. Funda diince de elin ayağına dolaşiii haa..”

Osman yutkundu.

“Yaa bugün kaye olunca da üstüme üstüme gelisiiz.. Mıstık emmim bir yandan İlbaham babam bir yandan…”

**

Neyse biz Osman hikâyesine kaldığımız yenden geri döneriz.

Heyecan artacak mı?

Funda ile Osman evlenecek mi, Osman’ın tiki başına ne işler açacak?

Mıstık emmisinin destanları basılacak mı?

Bu ve bunların hepsinin cevabını yeni maceralarla birlikte Osman hikayelerinde bulacaksınız.

Iz sabredin hele..

Oturun bir çay için.

**

Bizim sözümüz söz değil elbette. Hz. Mevlana’nın Mesnevi’sinden ‘Kılıç Sapını Kesebilir Mi?’ hikayesini de okumak lazım:

Uzak yerlerden bir merhametli dost, Yusuf-u Sıddıyk’a konuk oldu. Çocukluktan beri birbirlerini tanırlardı. Eskiden beri aşinalık yastığına yaslanmışlardı. Konukla, Yusuf’a kardeşlerinin yaptığı cefayı, onların hasetlerini konuştular. Yusuf “o haset ve cefa, zincirdi; biz de aslandık.

Aslanın zincire vurulması ayıp değildir. Bizim Allahnın kaza ve kaderinden şikayetimiz yok. Aslan, boynunda zincir bulunmakla beraber bütün zincir yapanlara beydir” dedi. Dostu Yusuf’a “Zindanda ve kuyuda ne haldeydin?” dedi. Yusuf cevap verdi:

“Ay, bedir halinden çıkar ve eski ay haline gelir ya... işte öyle” Eski ay görünmez, sonra hilal olur da iki büklüm bir halde görünür. Fakat sonunda yine gökte bedir haline gelmez mi? İnci tanesini havanda döverler ama kadri yine yücedir, ya ilaç olarak göze çekilir, yahut macun haline getirilir, kalp ferahlığı için yenir.

Buğdayı toprak altına attılar ama sonradan topraktan başaklar çıktı. Ondan sonra değirmende öğüttüler, değeri arttı, cana can katan gıda oldu. Sonra ekmeği bir kere daha diş altında ezdiler; akıllı kişiye akıl ve idrak oldu.

Daha sonra da o can, aşkta mahvoldu da Hak yolunda ekildikten sonra mahsul verdi, ekincileri hayrete düşürdü. Bu sözün sonu gelmez. Sen, o iyi adamın Yusuf’a ne dediğini anlatmaya başla.

Yusuf, başından geçenleri anlattıktan sonra “ Eh...bize ne armağan getirdin, bakalım?” dedi. Ey ulu kişi! Dostları görmeye eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer. Ulu Allah bile mahşer günü, halka “ Kıyamet günü için armağanın nerede;

Bize yapayalnız, azıksız, adeta sizi yarattığımız gibi geldiniz. Kendinize gelin! Kıyamet günü için ne hediyeniz var, ne getirdiniz? Yoksa tekrar dönüp geleceğinizi ummuyor muydunuz, size bugünün vadesi batıl mı göründü ki? Der.

Ona konuk olacağımızı inkar ediyorsan bu mutfaktan ancak toprak ve kül alabilirsin. İnkar etmiyorsan niçin böyle elin boş. O sevgilinin kapısına böyle nasıl ayak atacaksın? Yemeyi, uyumayı biraz azalt da onunla görüşmek için bir armağan götür. Geceleri az uyuyanlardan seher çağlarında istiğfar edenlerden ol.

Sen de rahimdeki çocuk gibi az oyna da sana da nurları gören duygular bağışlasınlar. Rahim gibi olan dünyadan çıkınca yeryüzünden daha geniş bir sahaya dalacaksın. “ Allah yeri geniştir” derler ya; o geniş yer, bil peygamberlerin gidip daldıkları sahadır. O geniş sahada gönül daralmaz; yaş ağaç, orada kuru dal haline gelmez.

Şimdi duygular, sen de. Fakat bir gün yorgun, bitkin, baş aşağı bir hale geleceksin. Uykuda duygularını taşımazsın, duygular seni taşır. Bu yorgunluk, bitkinlik gider, eziyetten, sıkıntıdan kurtulursun. Sen uyku halini, velilerin uyanıkken de duygularını taşımamaları halinde bir çeşni bil.

Be inatçı; veliler, Eshab’ı Kehf’dir. Ayakta olsalar da, yürüyüp gezseler de uykudadırlar. Allah, onları, kendilerinin haberi olmadan işletir; sağa sola çevirir. O sağa çevrilme nedir? İyi iş. Ya sola çevrilme? O da bedene, varlığa ait işler.

Bu iki hal de peygamberlerden, dağdan ses gelir gibi zuhur eder. Onların, her ikisinden de haberleri yoktur. Dağ, hayır olsun, şer olsun... Senin sesini sana verir, duyurur. Fakat ikisinden de bihaberdir.

Yusuf “Hadi, armağanını çıkar” deyince konuk, bu istekten utanıp adeta figan ederek.”Sana getirmek için ne kadar armağan aradıysam hiçbir şeyi beğenmedim, layık görmedim. Bir habbeyi alıp da madene, bir katrayı alıp da ummana nasıl götürebilirim?

Sana gönül ve can bile getirsem Kirman’a kimyon götürmüş sayılırım. Senin, misli olmayan güzelliğinden başka bir tohum yoktur ki bu ambarda olmasın. Sana gönül nuru gibi bir ayna getirmeyi layık gördüm.

Ey güneş gibi gökyüzünün ışığı olan güzel! Ona baktıkça kendi güzel yüzünü görürsün. Gözümün nuru, sana ayna getirdim, ona bakıp yüzünü gördükçe beni hatırlarsın” dedi. Koynundan aynayı çıkarıp sundu. Güzeller, aynayla meşgul olurlar.

Varlığın aynası nedir? Yokluk. Ahmak değilsen yokluğu ihtiyar et. Varlık, yoklukta görünebilir. Zenginler, yoksula cömertlik edebilirler. Ekmeğin saf aynası açtır; kav da çakmak taşının aynasıdır. Bir yerde yokluk ve noksan oldu mu...bu, bütün sanatların güzelliğine aynadır.

Elbise biçilmiş, dikilmiş olursa terzinin mahareti görünebilir mi? Budaklar yontulmamış olmalı ki marangoz onu yontsun, rendelesin... Ondan asla, yahut fer’e ait bir şey yapsın. Usta kırıkçı nerede ayağı kırılmış varsa oraya gider. Hasta ve arık kişi olmazsa tıp sanatının güzelliği nasıl görünür?

Ey ulu kişi! Bakırların bayalığı, aşağılığı olmasa kimya nasıl olur da zuhur eder? Noksanlar, kemal vasfının aynasıdır. O horluk, yücelik ve ululuğa aynadır. Çünkü yakinen zıt, zıddı gösterir. Ondan dolayı bal, sirke ile görünür, (sirkengebin olur)

Kim, kendi noksanını görüp anlarsa yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar. Kendisini kamil sanan, ululuk sahibi Allahnın yolunda uçamaz. Ey mağrur ve sapık! Canında kendini kamil sanmaktan daha beter bir illet olamaz.

Senden bu kendini beğenme defoluncaya kadar gönlünden de çok kan akar, gözünden de! İblis’in illeti “Ben, Adem’den hayırlıyım” demesiydi. Bu hastalık, her mahlukta vardır. Bu hastalığa müptela olan, kendisini hor görse bile sen onu, altında pislik olan saf su bil!

İmtihan kasdıyla onu bir karıştırsan hemen su bulanır, pislik rengini alır. Ey yiğit! Irmak sana saf ve berrak görünüyor ama senin ırmağının dibinde de pislik var. Yol bilen anlayışlı pir, Nefs-i küll bağlarına ark kazıcıdır.

Irmak, kendisini nereden temizleyecek? İnsanın bilgisi, Allah bilgisiyle fayda verir. Kılıç sapını kesebilir mi? Yürü, bu yarayı bir cerraha göster. Kimse, yarasının kötülüğünü görmesin diye her yaranın üstüne sinek düşer.

O sinekler; senin düşüncelerin, mallarındır; yaran da ahvalindeki zulmet! Eğer o yaraya pir merhem korsa o zaman derdin iyileşir, feryat ve figanın kesilir. Yara sahibi, merhem konunca sıhhat buldum sanır. Halbuki hakikatte oraya merhemin ışığı vurmuştur.

Kendine gel, ey sırtı yaralı, merhemden baş çekme; iyileşince de kendi kendime iyileştim deme, sıhhati merhemden bil!