Yaşamı boyunca, mesleğini idame ettirdiği senelerde, ulusal televizyonların muhabirliği (TRT dahil) ve ulusal dergilerin temsilciliğini üstlenmiş, kariyerinin her döneminde üzerine koyarak bugünlere gelmiş olan duayen gazeteci Mehmet Fiskeci, ilerlemiş yaşına rağmen enerjisinden, heyecanından bir şey kaybetmemiş.
Fatih Anadolu Lisesi Müdiresi sayın Mehtap Süt’ün daveti üzerine kariyer günleri noktasında öğrencilerle buluşan Mehmet Fiskeci, okul salonunda öğrencilerle olan buluşmasında, mesleğe nasıl başladığını, neler yaşadığını, kimlerle tanıştığını, kimlerle röportajlar yaptığını nelere ve kimlere şahitlik ettiğini anlattı.
SANAT OKULUNA KAYIT, BABADAN HABERSİZ TİCARET LİSESİ’NE GEÇİŞ
İlk ve ortaokul sıralarında iken kötü arkadaşlar edinmekten, aylak-aylak gezmektense bir sanat öğrenir düşüncesiyle bazı mesleklerde, sırasıyla bakırcılık, kunduracılık dükkânlarında çıraklık yapan Fiskeci ilkokula İslahiye’de başladığını ve 7 senede bitirdiğini, takiben Maraş’ta, İt Tepesi’ndeki ortaokulu da 5 senede bitirdiğini itiraf etti.
Babasının ısrarı ile Batıpark’taki Sanat Okulu’na kayıt yaptıran, ancak gönlü Ticaret Lisesine kayan Fiskeci, bir veli bularak kaydını Ticaret Lisesine yaptırdı, babasının sonradan öğrenmesiyle yediği dayağı anlattı öğrencilere.
SARIMSAKTAN GELİN OLUR MU?
Ticaret lisesinde iken, matematikle arası iyi olmamasına rağmen, İngilizce ve edebiyat derslerinde iyi olduğunu söyleyen Fiskeci, futbola olan yatkınlığı ve tutkusu yüzünden sık-sık okuldan kaçarak Kışla önündeki toprak sahada top oynamayı yeğlediğinden derslere ara vermesi yüzünden Ticaret Lisesini (Eskiden Amerikan Kolejiydi) de 5 senede bitirdiğini ve mezun olduğunu saklamadı.
Öğrencilerin pür dikkat dinlediği salonda Fiskeci, okuldaki bir hatırasını anlattı. Bir gün edebiyat dersinde öğretmenimiz Hasan Bey kompozisyon dersi verdi, ‘sarımsaktan gelin olmuş, altı ay kokusu çıkmamış’
Konu buydu. Oysa benim aklım fikrim yan tarafta top oynayan (şimdiki Fatih Anadolu Lisesinin olduğu alan) arkadaşlardaydı. Kâğıdın ortasına ‘sarımsaktan gelin olmaz!’ yazarak sınıftan kaçmak istedimse de, öğretmenimiz (hoca değil) bırakmadı, tek ayaküstünde, kapı önünde, leylek gibi beklememi istedi. Tabi sınıfa rezil olmuştum.
Sınıftaki arkadaşlarım çıkınca, bana iki tokat attı, (elleri dert görmesin) sonra kompozisyon konusuna açıklık getirerek, ‘sarımsaktan öyle bir gelin olur ki, hem de telli duvaklı’ dedi ve devam ederek, ‘insanlar hakkında önyargılı, peşin hükümlü olmayın. Yanılır, üzülürsünüz. Onlarla bir süre arkadaşlık edin, alış-verişte bulunun, yolculuk yapın, o kişi ancak belli bir süre sonra gerçek yüzünü, gerçek karakterini ortaya koyar, ancak o zaman o kişi hakkında vereceğiniz karar, hüküm gerçeklik kazanır. Ya kazanır, ya kaybedersiniz. Tanımadan, bilmeden karar verirseniz mahcup olur, yüz yüze bakamayacak hallere düşersiniz!’
Bu söz kulağıma küpe olmuştu!’
İNGİLİZCE ÖĞRETMENİ YOKTU, AMERİKALI BARIŞ GÖNÜLLÜ SUBAYLAR
Evet, biz o sıralarda okurken İngilizce öğretmenimiz bir Amerikalı subaydı. Barış gönüllüsü imiş. Öyle söylemişlerdi bize. Meğer bunlar misyonerlermiş, (ara ara İncil dağıttıklarını duyardık) Hıristiyanlık propagandası yaparlarmış da bilmezdik.
İngilizceye öteden beri ilgim vardı ve sınıfta en iyi İngilizce bilen öğrencilerden biriydim. Mezun olunca İngilizce kurs verdiğim de olmuştu.
Öyle sağ sol nedir bilmez, misyonerliğin ne demek olduğundan habersizdik. Aşk meşkle de işimiz olmazdı. Zira aklım futboldaydı.
OĞLUNUZ MEKTEPTE KALMIŞ VE YEDİĞİM DAYAKLAR
Son sınıfta iken, bir gün postacı eve bir sarı zarf getirir ve bunun Ticaret Lisesinden geldiğini söyler anama. Anam ümmi (okuma yazma bilmeyen) bir Osmanlı kadınıydı. Hemen hüküm vermiş, ‘eyvah, bizim gavur oğlan mektepte kaldı’ demişti.
Eve geldiğimde beni takunya (Maraş dilinde hapap) ile dövdü. ‘utanmadan eve geliyorsun, mektepte kalmışsın!’ dediğimde korkmuştum. Zarfı açtığımda içinden avuç kadar bir kağıt parçası çıktı, içinde; ‘oğlunuzun okuma-yazma kabiliyeti zayıf olduğundan bol-bol gazete, mecmua (dergi) okumasına izin verin ve destekleyin!’ yazılıydı. Okul müdürümüz rahmet olsun, Ünal Uzdil idi.
Daha ne oluyor demeden üzerine babam geldi, bir dayak da ondan yedim. Ellerinden dert görmesin dediğim babam ve anam şimdi hayatta değiller.
Yediğim dayak yanıma kar kaldı, sabahleyin çarşıya gittim ve önce Kerime Nadir’in aşk romanı olan Hıçkırık’ı ve Tercüman Gazetesi aldım.
Yetinmedim, okudum, okudum, okudum. Hayatım okumak ve yazmakla geçti.
Mezun oldum (1969) ama gelin bana sorun!
ADIYAMAN, SÜMERBANK, GEZETECİLİK VE FUTBOL
Babam Dişçi Osman, Maraş’ta ve çevre il-ilçelerde tanınan bir dişçiydi. O zamanlar diş hekimleri pek yoktu. Babamın işi sebebiyle önce Çelikhan’a, sonra da Adıyaman’a gittim.
Adıyaman’da, Sıratut Mahallesindeki HAKYOL gazetesinde yazmaya başladım. Haberler ve yazılarla kısa sürede o vakit nüfusu 30 bin olan Adıyaman’da tanınmaya başladım. Futbolu kendi kendime oynuyordum, yalnızdım.
Bir gün sahada top sektirirken, yanıma bir adam geldi, kelli felli biri. Beni çağırdı, korktum. ‘Aha dedim, bir haber veya yazıdan dolayı beni karakola götürecekler!’ düşüncesinde iken, Sümerbank Müessese Müdürü Ruşen Karamercan olduğunu öğrendiğim kişi, ‘Ayağına hakimsin, bizim takımda oynar mısın!’ dediğinde rahatlamıştım.
Sümerspora katıldım böylece. Daktiloyu on parmak yazdığım için beni Ticaret Servisine aldılar. İşçi kadrosundaydım, işyeri numaram da 760 idi.
Uzun süre Sümerspor ve Adıyamanspor’da futbol oynadım.
TEKRAR MARAŞ VE YİNE SÜMERBANK
Bir süre sonra nişanlandım ve Maraş’a dönmek zorunda kaldım. Yine Sümerbank (Bugünkü Arsan Center). Ama muhasebe servisindeyim bu kez.
Baş memurumuz Mesut Doğantekin, muhasebe müdürümüz Gavur Ali namıyla bilinen Ali Ceyhan idi.
Bir ara çıkan kanun ile işçileri memur yaptılar. Memur olanların içinde yoktum. Fırsat buldukça gittiğim Engizek Gazetesi patronum canımın sıkıldığını anladı, anlattım olayı. Çünkü o zamanlar siyasete ve particilik ağır basıyordu. Ve ben onların tuttuğu partide değildim.
Allah rahmet eylesin, Engizek Gazetesi sahibi (sonradan Memleket oldu) Nadire Tolun, ‘canını sıkma, geçen hafta Süleyman Demirel’in yanından gelen sendin, (rahmetli Ahmet Uncu, Halit evliya, Ejder Gürsoy, Hasan Belli ve …Doğruluk ile birlikte) hallederim’ dedi. Rahatlamış, sevinmiştim. Benim için samimi dostu, arkadaşı olduğu dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’i aradı ve vaziyeti anlattı.
Ertesi günü memuriyetim gelmişti.
Yaklaşık bir sene sonra da sevgili Yavuz Nalbantbaşı ile Süleyman Bey’i Ankara Güniz Sokaktaki evinde ziyaret etmiş, röportaj gerçekleştirmiştik.
MÜESSESE MÜDÜRÜNÜ PİN-PON’DA YENDİM DİYE ÇIKMAYAN LOJMAN
Okulda iken pinponda iyiydim. Okul takımına seçildim bu yüzden. Bir gün fabrikamızın lokalinde, havuz kenarında pinpon masamız vardı, o dönem de müessese müdürü yeni gelmişti, adı da İsmet Dağlı idi. Pinponu iyi oynarmış ve herkesi yenmiş. Beni çağırdılar, ‘beklesin!’ dediğimi iyi hatırlıyorum. Eee, serde gençlik var, gazetecilik var, cahillik de var.
Masanın yanına geldim, alaycı bir tavırla ‘bak, bunların hepsini yendim!’ demişti. Ben de ‘müdürüm, amir-memur tavrı gütmezseniz, ben sizi yenerim!’ diyerek soğuk harp ilan ettim. Psikolojik olarak etkilemeye çalıştım.
Raketi elime aldım, baktım yenilmeyecek biri değil. İlk seti Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in satrançta ilk seti Şah İsmail’e verdiği gibi, o taktikle verdim, sevindi, sonra ikinci ve üçüncü seti alınca mosmor olmuştu.
Uzatamayayım, ertesi günü lojman dağılımı vardı, yendiği herkese lojman çıkmış, bana çıkmamıştı. Ne demiş atalar, ‘yüzbaşının atı geçilmez!’
O SİNİRLE TAYİNİMİ VAN’A İSTEDİM ve İSTANBUL MACERASI
Kimse gitmemi istemedi. Yıl 1982. O zaman 2 kızım vardı, babam rahmetli olmuştu. Nihayetinde Van ayakkabı fabrikasına tayinim çıktı. Gittim. Hem lojmana oturdum, hem de muhasebe şefi olmuştum.
Yine gazeteciliğimi sürdürüyordum. Van’ın kurtuluş tarihi olan 2 Nisan Gazetesinde yazılar yazıyor, haberler çıkartıyordum. Patronumuz Servet abiydi.
3 senelik Van mesaisinden sonra tayinim İstanbul’a çıktı. Oğlum Gencay daha bebekti. Karlı bir Ekim ayında İstanbul yolculuğumuz başlamıştı.
İstanbul’da önce Sümerbank Defterdar, sonra Bakırköy Konfeksiyon fabrikasında göreve başladım. Bakırköy Yenimahalle’de, Veliefendi hipodromu yanındaki lojmandaydım.
Milliyet gazetesi yazarı, ‘Olaylar ve insanlar’ başlıklı yazılarını çok beğendiğim merhum Hasan Pulur ile tanışmamı (Sirkeci Yokuşunda, sağ tarafta, sokak içindeki Gazeteciler Cemiyetinde) ve onun bir hatırasını da öğrencilerle paylaştığımı belirtmeden geçemeyeceğim.
İSTANBUL’DAN NEVŞEHİR, ERZİNCAN VE NİHAYETİNDE YENİDEN MARAŞ
Askerlik dönüşü (1973) Maraş 1. Noterliğinde (merhum İhsan Hüdayioğlu) çalışmamı unutmadan ekleyeyim.
Memuriyet hayatımın tümü Sümerbank camiasında geçti. Erzincan’da iken tayinimi memleketime istedim. Eee, ne demişler; tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânı.
1995’de muhasebe müdürü olarak Maraş Sümerbank Müessesesine dönüş yaptım. Ve aynı yıl emekli oldum.
Nihayetinde gazeteciydim ve mesleğimi idame ettirmek istiyordum.
Önce CESUR HABER’i çıkarttım 19 hafta. Sonra Aslan Deveboynu’nun isteği üzerine MANŞET GAZETESİ’ni bu şehre kazandırdım. 71 hafta haftalık, sonra günlük derken Manşet’i bıraktım, ilerleyen günlerde ise 6 Şubat depreminde hayatını kaybeden merhum Fatih Nalbantbaşı ile CEMİYETİN SESİ gazetesini çıkarttık.
Çok öğrenci, çok çırak yetiştirdik bu mesleğe. Baktım olmayacak, kendi gazetem olsun istiyordum. KİMLİK GAZETESİ’ni hayata geçirdim.
Önce haftalık, derken ekonomik nedenlerle aylık çıkarttım. Depremde işyerim hasar gördü, çok şeyi kaybettim. Zaten ne matbaa kalmıştı şehirde, ne grafiker, yazılı basına son verip internet gazeteciliğine dönüş yaptık birçok arkadaşım gibi.
Şimdi maraskimlik.com sahibi olarak her gün köşe yazısı ve haberlerle hayatımızı idame ettirmeye çalışıyoruz.
Mesleğine ve karakterine saygı duyduğum kıymetli meslektaşım Neşe Yıldızhan ile birlikte, KENT KULİSİ programı adı altında birkaç sene canlı yayınlarda da bulundum.
MEHTAP SÜT HANIMEFENDİYE TEŞEKKÜR EDİYORUM
Bu, kariyer gününe katıldığım son okuldu. Öğrencilerle birlikte olmak, eski günlerimi hatırlamak beni maziye alıp götürdü.
Öğrencilere, her nerede ve ne zaman olursa olsun, samimi olmalarını, dürüst olmalarını, sevginin en yüce duygu olduğunu söyleyerek, geleneklerini, milli ve manevi değerlerini unutmadan, zayıflatmadan, ailelerini, şehirlerini, devletini, milletini ve en önemlisi de Atatürk’ü sevmelerini salık verdim.
Ve onlara, okulun hemen yanında, bir gedik içinde 1914 yılında şehrimizi işgal eden Alman’ların ikametgâhı, karargâhı olan Beyazıtlıların Konağı içindeki ‘gavur hamamı’nı ve şehrin ilk hastanesi olan yeri mutlaka görmelerini, ziyaret etmelerini tavsiye ettim.
Beni öğrencilerle buluşturan, hatıralarımın canlanmasına vesile olan, bir plaket ile bizleri onurlandıran Okul Müdürü Mehtap Süt’e, Din Kültürü Öğretmeni Perihan Seçilmiş hanıma, İngilizce Öğretmeni Şebnem Trabzonlu hanıma ve Müdür Yardımcısı Cuma Elma ile öğretmenlerine ve öğrencilerine ilgilerinden ötürü teşekkür ediyorum.
Hani, anlatırsan, yazarsan herkesin hayatı bir roman diyorlar ya, bizimki de öyle bir şeydi işte.
Geldi, geçti…