İllerde, ilçelerde Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı adıyla resmiyeti olan kurumun halk arasındaki adı Fak-Fuk-Fon ya da kısaca Fon, fakirler arasında ise Vakıf olarak bilinir.
Resmiyette Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü olan kurum ise halk arasında belli bir yaştan sonraki vatandaşlar arasında Bayındırlık olarak dillendirilir.
Mesela orman muhafaza memurları, kolcudur.
**
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi bünyesinde Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesi bulunuyor.
Resmiyetteki adı Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesi’dir.
Halk arasında Üniversitesi Hastanesi, Tıp Fakültesi Hastanesi, Araştırma Hastanesi olarak konuşulur.
Doğrusu halk bu hastanenin direkt üniversiteye mi, tıp fakültesine mi bağlı olduğunu da bilmez.
Bilmesine de gerek yoktur, çünkü halk için önemli olan hizmetin sunulmasıdır. Nereye bağlı olursa olsun, adı ne olursa olsun…
**
Tıp Fakültesi’nin başında Bülent Kantarçeken isimli bir profesör vardır, fakültenin internet sitesine göre bu profesör görevi vekaleten sürdürmektedir.
Biri profesör (Mustafa Çelik) ve biri de doçent (Mustafa Çelik) olmak üzere iki de dekan yardımcısı vardır (isimler yanlış yazılmamıştır, tesadüftür sanıyorum, çünkü internet sitesinde böyle).
Kantarçeken’i merak eden var mı, bilmiyorum. Ben de merak etmiyorum. Çünkü, rektörlük devir teslim töreninde en önde protokol sırasında kendi halinde oturuyordu. Sorduk, ismini söylediler. Nedir, ne görev yapar hiç te merak etmedik.
Bu kısmı bilgi olarak sunuyorum.
**
Rektörlük seçimlerinde oy kullanan 459 öğretim üyesinden 55’nin oyunu alan Prof. Dr. Durmuş Deveci,75 oy alan Prof. Dr. M. Fatih Karaaslan ve 73 oy alan Prof. Dr. İl. Taner Kale’ye rağmen YÖK tarafından birinci sıraya yazılarak otoriteye (cumhurbaşkanı) sunuldu.
Otorite de YÖK’ün önerisi ve isteği ile Deveci’yi, KSÜ’nün rektörlüğüne atadı.
Henüz görev devir tesliminde ortaya konan fotoğraf, gelecek için düşündürücü oldu.
Deveci, Karaaslan’dan aldığı üniversite mührünü havaya kaldırarak ‘zafer’ini ilan ederken, bize göre çok ta hoş olmayan bir tablo sergilemişti.
‘Az oy aldım ama atandım’ der gibiydi.
Neyse…
Deveci’nin bu göreve atanması ile üniversitede her şey değişmeye başladı.
Atamalar, görevlendirmeler yapıldı.
Önce vekaleten, sonra asaleten yeni isimler gelmeye başladı.
**
Dönüyoruz, SUAH’a.. Yani Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesi’ne.
Hastanenin başında bir önceki rektör döneminde profesör ünvanlı bir isim vardı (Cengiz Dilber).
Deveci, onca profesör ve doçent varken tercihi yardımcı doçentten (Mahmut Tokur) yana kullandı.
Tıpkı kendisinin atanmasında otoritenin tercihine saygı duyduğumuz gibi, kendisinin yaptığı görevlendirmeye de saygı duymak gerekiyordu. Öyle yaptık.
Çünkü, biz otorite değildik, yetkili değildik.
Sadece bekleyip görmek durumunda olan halkın sesi, gözü ve kulağıydık.
Yanlışa işaret eder, sonucu bekleyecek konumdaydık.
Öyle de yapıyoruz.
**
SUAH’ta son günlerde bir takım konuşmalar, kamuoyuna yansımaya başladı.
Orada akraba bağından bir ağ oluşturuluyor, sanki.
Kurumdan konuştuğumuz kişiler, ‘kelimenin tam anlamıyla bir aile şirketi oluşturuldu’ görüşünü dillendiriyor.
Yardımcı doçent olan başhekim, yine yardımcı doçent olan başhekim yardımcıları ve hastane müdürlerinin hiçbir vasfı olmayan kardeşlerinin, kızlarının, oğullarının, gelinlerinin, yeğenlerinin veya bir başka yakınlarının hastane bünyesindeki taşeron firmasında çalıştırıldığı konuşuluyor.
İşte dillendirilen bazı örnekler:
Başhekimin (Mahmut Tokur) kardeşi R.T., gelinleri P.T.
Hastane müdürlerinden birinin (Hasan Alıç) oğlu E.A., kızı M.A, gelini Z.G., kızı M.A.
Hastane müdürlerinden birinin (Sadullah Bal) amcaoğlu İ.B., akrabaları Y., K.C., V.S.
Hastane müdürlerinden birinin (Kader Fırtına) kardeşi A.F., amcaoğlu B.F., akrabası H.O.Y.
Hastane müdürlerinden birinin (Hacı Hayrettin Tıraş) yeğenleri S.Ç., M.Y., İ.A.
Liste bu kadarla da sınırlı değil, dahası da var…
**
Konuşulan bu isimlerin taşeron şirket ile istihdam edilmesi yanında, yetkililerin kendi yakınlarını ya da kendilerine yakın gördükleri isimleri önem arz eden, sorumluluk gerektiren bölümlere yerleştirdikleri ve kadrolu personel gibi çalıştırıldıkları konuşuluyor.
Oysa bu isimlerin hizmet alım sözleşmesinde ‘sekreterlik’ yapmak üzere hastane bünyesine alınmasına rağmen farklı sorumluluk isteyen bölümlere ve birimlere kaydırıldığı söyleniyor.
Hal böyle olunca, taşeron şirket içinde huzursuzluk oluşuyor.
Taşeron firma bünyesindeki diğer işçiler de doğal olarak kendilerine üst düzey bir tanıdık aramaya başlıyor.
Ne oluyor, böylece hastane içerisinde çalışma barışı kalmıyor.
Bu arada hastaneye yıllarca emek veren, çalıştığı alanlarda uzmanlaşmış, tecrübe edinmiş kadrolu personel de öteleniyor, oradan oraya gönderilerek pasifleştiriliyor.
Uzman, tecrübe sahibi isimler pasif birimlere gönderiliyor ya da uzaklaştırma amaçlı olarak başka fakültelere gönderiliyor.
**
Anlatılanlar mide bulandırıyor, kafaları karıştırıyor.
Necip Fazıl Şehir Hastanesi ile birlikte kentin devasa ikinci hastanesi olan SUAH’ın kaderi üç beş idarecinin keyfiyetine ve insafına bırakılmış.
Hukuktan uzak, adaletten yoksun, mevzuattan bihaber ve amatörce yönetim tarzı uygulanıyor.
Acemice, kişisel husumet, dolduruşlar ön plana çıkınca da, kurumun ne kadar zarar gördüğü şimdilik anlaşılmıyor ama gelecekte çok büyük zararların doğacağını düşünmek için de kahin olmaya gerek yok.
Aslında sıkıntı şudur:
Bu memleketin insanlarına hizmet eden güzel bir mutfak var ve bu mutfağın içinde kaliteli malzemeler bulunuyor. Ama bu mutfakta bu kaliteli malzemeleri uygun yerlerde kullanıp güzel bir yemek ortaya çıkaracak aşçı yok.
Yani yağ var, un var, şeker var… Helva yapılamıyor.
Ne diyordu Başbakanımız Ahmet Davutoğlu, bir sivil toplum kuruluşunun genel kurulunda:
“Memurlar ehliyet ve liyakat kriterlerine göre iş yürütür. Tek bir esas var, ehliyet ve liyakat. Ehliyet ve liyakatin olmadığı yerde başarı olamaz.”
Sözün özü de bu zaten.
Fazla söze gerek yok.
**
“At binenin, kılıç kuşananın” demiş atalar.
“Bal tutan, parmağını yalar” da demişler.
Ama, geçenlerde AK Parti Milletvekili Aday Adaylarından ilahiyatçı İmran Kılıç ile konuşuyorum:
“Hocam, binayı kentsel dönüşüme vermişsiniz. Hayırlı olsun.”
Gülümsedi:
“Yeryüzünde her zirvenin bir çöküşü vardır.”