Hayat dediğimiz bu pratik olguda; Diyalektik dile, ahlak estetiği ve aşk güzele hayran...

Fikrin nizam ve düzenini tayin  eden diyalektik sağlam ve güçlü bir dile muhtaç.

Estetik ise, kendini çirkinin kollarından kurtarıp güzelin bilimi olması açısından ahlaka muhtaç.

Ve mevzuumuzun ana hattını çizecek olan aşk mefhumu ise doğrudan doğruya güzele muhtaç.

Aşk; Kâinatın yaratılış vetiresini, özünü ve esasını oluşturmak bakımından, başlangıcı ezel gününe dayanan,  ve ebede kadar süreceğinden şüphe olmayan girift hakikat. Gönülleri terbiye eden, ruha derinlik katan, dimağlara yükseklik veren, kimi zaman hüzün, kimi zaman neşe. Varlıkla birlikte varolan ve varlıkla beraber yine enson yok olacak olan. Sürekli dinamik bir hal, eşya ve hadiseleri şekillendirme yolunda, müracaat edeceğimiz başucu niteliğindeki mücevherat kaynağı.

Aşkı yakalayan hayatı yakalar, aşkını kaybeden hayat dediğimiz pratik hakikati kaybeder. O bakımdan Büyükdoğu Mimarı’nın ısrarla üzerinde durduğu hakikat şu ki; “aşkımız kabuk bağlamasın diye sürekli ona kaşımak”  gerekir.

Fatih’in veziri olan şair Ahmet paşa bir beytinde aşkının sadakatini ve tutarlılığını şu veciz beyitle dile getirir;

Cânıma bir merhabâ sundu ezelde çeşm-i yâr

Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedin

Yani;

“Ezel gününde sevgilinin gözü bana bir merhaba lütfetti. O gün bu gündür, o bakışın mestliğiyle başka birinin merhabâsını hiç tanımadım”

Ahmet Paşa’nın yukarıdaki beyti Kur’an’da Âraf suresinin 171-172. Ayetlerinde geçen hakikatin bir tezahürüdür. Allah dünyada hiçbirşey yok iken, hatta dünya yok iken ruhlar âlemini yarattı. Orada bütün ruhları bir araya toplayıp sordu: “Elestü bi- Rabbiküm?” Yani, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Ruhlarımız bu soru karşısında “Kâlû: Bela!” Yani “Dediler ki: Evet (şüphesiz Sen bizim Rabbimizsin”). Bu meclis insanlığın ilk toplantısı idi. Yukarıdaki beyti müşahhaslaştırırsak, “Ezel günü” bu meclis, “sevgili” “ALLAH”, “Merhaba lütfü” ise “Allah’ın insanlığa ‘Elestü bi- Rabbiküm’ ” sözüdür. Ahmet Paşa’nın aşkı o halde ki ruhu mutlak güzeli temsil eden mutlak hakikat ile tatmin ve tazyik oluyor.

Aşkını “güzel” ‘den bağımsız yaşayanlar, güzel-hakikat-iyi üçlüsünden mahrum kalanlardır. Zira güzel; İYİNİN, DOĞRUNUN, VE HAKİKATİN ZERAFET AMBALAJIDIR. O bakımdan, “aşk” ve “güzel”  aynı noktada muhakeme edilmesi zaruri olan ana hatlardır. Bu noktada Mevlana’ya müracaat etmemiz uygun düşecek:

 “Sokaktan geçerken Yusuf’un yüzünün nuru o civarda bulunan köşklerin, evlerin pencerelerinden, kafeslerinden içeriye vurur, düşerdi. Köşklerde bulunanlar: ‘Belli ki Yusuf gezmeye çıktı, şimdi buradan geçiyor!’ derlerdi. Köşede bucakta oturanlar da duvarlarda ışıklar, parıltılar görünce, Yusuf’un oradan geçtiğini anlarlardı. Yusuf’un geçtiği sokağa penceresi bulunan ev, onun aradan geçişinden şereflenir, nurlanırdı. Ey Kardeş! Aklını başına al da evinin penceresini Yusuf’un geçtiği sokağa aç; ve pencerenin önüne oturup onu seyret! Âşık olmak demek, nur gelen tarafa pencere açmaktır. Çünkü gönül, gerçek dostun yüzü ile aydınlanır, nurlanır.

Mevlana’nında dediği gibi; “Aşık olmak demek, nur gelen tarafa pencere açmaktır”. Ancak o zaman o nurun içinde güzel bulunabilir.

 Şu hakikate dikkat:

 Bâtın kahramanlarından Ruzubehan, birgün bir kadının, kızına nasihat verdiğini duydu. Kadın, “Kızım; güzelliğini kimseciklere gösterme ki, hor ve değersiz kalmayasın!” diyordu... Şeyh, mübarek dudaklarını kıpırdattı ve “Ey kadın; güzellik, âlemde tek ve tenhâ kalmaya razı değildir. O, her zaman aşk ile beraber olmak ister. Güzel ile aşk, ezelde, hiç bir an birbirinden ayrılmamayı ahdettiler.”

Aşk’ı güzelden bağımsız düşündüğümüzde büyük bir yanılgının kollarına bırakıveririz kendimizi. Güzel’i tam manası ile keşfedemeyen Eflatun, Aşk’ı; “Doyumsuz, ölümsüz, artmaz bir hakikat” olarak tarif eder. Eflatun’un yanılgısı, aşkı “artmaz” olarak tarif etmesiyle alakalıdır. Güzelden bağımsız aşk, elbette artmaz, yerinde sayar ve bir müddet sonra kabuk tutmaya müstehak bir vakıa olarak baş gösterir. Oysa güzel ile münasebet kuran aşk bir çoğalmadan, dalgalar misali kabarmadan ve büyümeden ibarettir.

 

Son söz olarak;

Her meselede elimize YENİ namına ne varsa sıkıştırmayı kendisine gaye edinen “SANATI ÜZERİNE DÜŞÜNEN” sanatkara aşığız.